top of page

Mehmet Samsakçı  / Türk Edebiyatı, Mart 2018, Sayı 533

 

 

Avuntular'a Dair

Şiir ve nesirde başarının en buvük göstergelerinden birisi, en ağır ve ciddi mevzuların dahi duru, berrak ve külfetsiz bir dille aktarımı, anlatımı, işlenmesi olsa gerektir. Bu yüzdendir ki fazla şatafatlı, ihtişamlı ve ağdalı (girift ve yapışkan) dille yazılmış metinlere eskiler (yine sanat kökünden gelen) “tasannu” ile yazılmış metinler derlerdi. Burada kastedilen, elbette metnin sanat değerinin yüksek olması değil tek kelimeyle “yapaylık”tır. Şüphesiz, Türk edebiyatında (belki dünya edebiyatında da) süslü, haşmetli dille; mücevher titizliğinde ve zarafetinde yazılmış metinler vardır ve bu tür eserleri edebiyat tarihine sokan da mevzuları değil dilleri olmuştur. Her şair, hatta herkes, Allah'a yakarır fakat bir tane Tazarru’nâmne vardır. Bâkî’nin mersiyesinin kelimenin en geniş manasında “muhteşem” ilk beytinin ihtişamı bizi rahatsız etmez. Biliriz ki bu beyit “Muhteşem” adına yazılmış bir manzumenin girizgâhıdır. Yani süslü, sanatlı, heybetli metinler de yazarın niyeti ve mantığı içerisinde bir yere otururlar. Üslûp denen şey biraz da “anlatılanla anlatma biçimi arasındaki ahenk” ise, insanın/okurun gözü zaman zaman da kamaşmak ister. Bazen ruh, bu ihtişamı, sanatı, tasannuyu arar. Fakat hayatın edebiyatla tam manasıyla buluştuğu, başka bir tabirle, edebiyatın hayatın emrine girmeye başladığı dönemden bu yana dilde sadelik, tabiilik edebiyatta bir değer ölçüsü hâline geldi. 19. asır sonlarından bu yana edebiyat tarihçisi, tahlilcisi ve tenkitçisi “külfetsiz” yazabilenleri önemsedi. Zira artık dünya gibi Türkiye de aristokrasi değil demokrasiye yönelmiş, bu “halka yöneliş” de halka ait bir dille yapılmış, halka uygun bir edebiyatı doğurmuştu. Fakat bu “edebiyatın avamîleşmesi” tehlikesini hemen fark edenler, müptezelleşmemiş bir dil mekanizması kurarak sade dille, herkesin diliyle kendisi olmayı ve kendisi kalmayı başarabildiler. Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Nazım Hikmet. Orhan Veli gibi...

 

Elbette bir edebiyat eserinin tüm havasını yapan şey, dili değildir. Fakat Tanpınar’ın bir dersinde söylediği gibi eğer “edebiyatta dili kaybeden her şeyi kaybederse” dilden feragat, dilde gevşeklik, dilde gelişigüzellik yazarın intiharı anlamına gelir. Bu yüzden kaliteli bir eleştirmen ve okur gibi, kaliteli bir şair de dile, diline hâkim olmanın hayatî öneminin farkındadır. Genç nesil hikayecilerinden olan ve Avuntular isimli toplu hikâyeleriyle okurla buluşan Ömer Arslan gibi.

 

Sözü Ömer Arslan’a ve geçen yılın son aylarında yayımlanan kitabı Avuntular’a getirmek için fazla uzattığımız düşünülebilir. Fakat bu dupduru hikayelerin yazarının bizce en farklı yönü dilinin sadeliği, tazeliği, duruluğu ve doğallığıdır. Eskilerin de pek sevdikleri ve edebiyatta bir ölçü olarak kullandıkları bu doğallık üzerine bir kez daha düşünelim. Hatırlayalım ki Namık Kemal, bir Ramazan günü Bayezit Meydanı’ndan geçerken Şinasi’nin Münâcât’ına rastladığında (bu rastlayış  bir anlamda, bütün bir Türk edebiyatının seyrini değiştirecektir) O’nu asıl çarpan bu manzumenin tabiiliği idi ve Namık Kemal, zaman zaman dozunu kaçırdığı tenkitlerinde eski edebiyatın ve eski şairlerin tabii olmadıklarını söyledi, durdu. Recaizade Ekrem’in, Tâlim-i Edebiyat’a aldığı beyit ve mısralar üzerinde yapılan tartışmaların pek çoğu ifadelerin tabiilikleri ile ilgili idi. Muallim Naci’nin eski şiirin mutaassıp bir savunucusu olarak tanınmaktan kurtaran, O’na edebiyatımızda vazgeçilmez bir yer veren şey doğal bir dille söylediği, hatta kendisini sevmeyenlerin dahi inkâr edemedikleri, bilâkis taklit ettikleri tabii şiirleri idi. Şiirde ve nesirde sadelik ve doğallık çetin bir iştir ve Ömer Arslan daha ilk eserinde bu çok nadir cevheri bulmuş gibidir.

 

Avuntular’ı zevkle ve bitmesinden korkarak okuduğum günlerde, eş zamanlı olarak Sabahattin Ali’nin Markopaşa Yazıları ve Ötekiler[1] başlığıyla yayımlanan yazılarını da okuyordum. Nisan 1943’te çıkan “Rıfat Ilgaz ve Son Yıllarda Türk Şiiri” başlıklı yazısında Ali, o zaman çok genç bir şair olan Ilgaz’ın Yarenlik başlığıyla neşredilen şiirleri hakkında şunları söylüyor ve benim Avuntular hakkında söylemek istediklerimi şöyle özetliyordu:

 

“Şair büyük mevzulara, palavralı şeylere hiç yanaşmamış, basit, gündelik hadiselerden, apartman kapıcılarından, kolculuktan yetişme bir memur olan babasından, sanatoryum arkadaşlarından, mahalle komşularından bahsediyor. Hemen bütün şiirlerinin mevzuu kendi küçük dertleri, arzuları. Amma hayret! Bunların hiçbiri sadece Rıfat Ilgaz’ın değil… Hepsi, hepsi geniş bir kitlenin, bir insanlığın dertleri. En şahsi, en hususî şeyler nasıl cemiyetin malı olabilirmiş, insan kendi hasis dertlerinin dışına nasıl çıkar ve onları nasıl biraz yukarıdan, dudaklarında hazin bir tebessümle seyredebilirmiş… En basit kelimeler, en özentisiz tasvirlerle nasıl hayat dolu tablolar, koskoca bir cemiyet parçasını aksettiren manzaralar çizebilirmiş…” (s. 123)

Arslan’ın kitabını oluşturan 22 kısa hikâyede de gördüğümüz tam budur. Onun bu hiçbir büyük ülküye, kabule, meta-anlatıya yaslanmayan, kendi sadeliği ve duruluğu ile avakta durabilen hikâyelerinde bu türden bir asalet, bu türden bir istiğna, bu türden bir hasbilik vardır. Sözümüzü açalım ve Avuntular yazarının neden ve nasıl okunması gerektiğini açıklayalım: Bazı hikâyelerini daha evvel çeşitli dergilerde yayımlamış olan yazarın, aslında Eski Türk Edebiyatı alanında doktora yapan bir akademisyen olduğunu ancak bilenler bilir. Kendisiyle yapılan röportajlarda veya kendisine dair açıklamalarında bu yönünü ortaya pek koymayan yazar, hikâyelerinde de muazzam bir kültür ve medeniyet iklimi ihtiva eden divan şiirinden, divan şiirine ait mazmunlardan, mevzulardan, imaj ve sembollerden itinayla uzak durmaktadır. Bu şiiri bilen, bu şiiri seven, dolayısıyla bu şiirden, bu iklimden bir şeyleri bir şekilde içeren metinleri de peşinen sevecek, benimseyecek hazırcı ve ezberci okurdan şuurla uzaklaşmıştır. Daha doğrusu, okurun karşısına kendisi olarak, sadece kendisi olarak, kendi enstrümanları yani dili, üslûbu, dikkati ve esprisi ile çıkma cesaret ve asaletini göstermiştir. Zîra pek iyi bilinmektedir ki günümüzde korkunç bir hızla ve sayıda basılan eserlerin pek çoğunda çiğ bir mazi romantizmi, eski değerlerin, mukaddes zaman, mekan şahsiyet ve maşeri vicdanda ve kolektif hafızada yer etmiş hatıraların istismarı söz konusudur. Bu kıymetleri sadece edebiyat değil ticaret metaı hâline getirenlerin hâlleri bir yana, aslen romancı ya da hikâyeci olmayan, fakat eski kültüre vâkıf insanların eski kültüre dair bildiklerinin, eserlerin kur gusunu nasıl zaptettikleri, daha doğrusu her şeyde” önce bir kurgu olan bu türlerin kurgu sahibi olmasını nasıl engelledikleri de herkesin malûmıudur. İşte Arslan, doktora tez alanı olan bu zengin sahanın temlerini, tiplerini, motiflerini ve imajlarını kullanmaya tenezzül etmemiş, bugünün dupduru diliyle, okurun karşısına kendisi olarak çıkmayı tercih etmiştir. Yani bu hikâyelerdeki bütün güzellik, incelik, özellik ve farklılığın sadece yazara ait olduğunu kabul etmememiz için hiçbir sebep yoktur.

 

İki kapak arasındaki bu hikâyelerde ne vardır? (Avuntular adlı bu kitabın kapağını bir “poşet çay” oluşturuyor. Bir çağ ironisi... ) Bu hikâyelerde “lavabonun altındaki dolabın kapağı aralanınca boruların geçtiği duvarda kaynayan arılar”, “baş parmağıyla görünmez bir çakmağı yakmaya çalışarak, “Ateş var mı?” diye soran ya da "kablo sıyırmaktan yol yol olmuş sarı dişleri" olan ustalar, kurulmakta olan bir lunaparkın balerinin eteğinin altından bakan meraklı veletlere "bakmayın lan, ayıp” diyen abiler, “fasulye kıran" anneler, elektrikli süpürge ayağına çarptığında serçe parmağı kırılmış gibi hisseden ama annesi tarafından süpürgeden daha az önemsenen oğlanlar, Ömer Seyfettin’in bazı çocuk karakterlerini çok anımsatan masum küçük hırsızlar, tıraş makinesinin kablosunu tıraş olanın üstünden aşırıverip öbür tarafa geçen berberler, hastalar, depremzedeler. karanlık salondaki kanepede kucağındaki tabletle uyuyakalan gençler, ekmek kamyonunun bakkalın önüne bıraktığı kasadan sıcacık ekmeği alıp köşesine parayı sıkıştıranlar, maçın başlamasından hemen önce santrada takım kaptanlarıyla buluşup yazı-tura atan ve bir kaptanın kulağına bir şeyler fısıldayıp havayı dağıtan hakemler, konuşacak hiçbir şeyleri olmayan ya da kalmayan yeni evliler var. Yani Türkiye var ama aynı zamanda “insan” denilen mahlûk var. Eşref vey değil. Fakat önemli olan, son on yılların Türkiye’sinin  bazı hâllerinin, şartlarının, insanlarının, olay ya da olgularının bize ait kelimelerle anlatılması, bunların bizde hoş bir nostalji oluşturması değil. Zira sadece ortalama okur, bir metinde ısrarla kendisini, kendi hayatını arar. Önemli olan, bu çok komprime (Arslan, hikâye türünün söz ekonomisine dayandığını çok iyi biliyor) hikâyelerin her birinin, bir insanlık durumunu bir şekilde tespit, teşhis ya da teşhir etmesi; her hikâyenin, sağlam ve şuurla seçilmiş bir stratejisi, plânı ve kompozisyonu olması. İyi bir hikâyenin esasen her iyi sanat eserinin böyle bir durumu vardır: Bir bireyi anlatır görünerek bir toplumun herhangi bir durumunu ama - hiç fark ettiremeden - aslında büyük insanlık ailesinin  bir tarafını verir sanat eseri.

 

Yukarıda sadelikten ve değerinden bahsetmiştik Tanpınar’ın tabiriyle “kendimizi tekrar etmek pahasına” söyleyelim: Sadelik çok büyük bir değerdir. (Bu yüzden edebiyat terminolojisinde bu tür metinlere “sehl-i mümteni” denmiş olsa gerektir. Güç hatta imkânsız (elde edilebilen) kolaylık.) Hele bu çağda, bu zamanda, bu günlerde. Riyâ ve gösterişten sıkılıp bunalan zenginlerin keşfedilmemiş, yani bozulmamış Ege köylerinde kendilerine yer aramaları, toprakla buluşmaları veya tanışmaları, insanların tatillerini tatil köyü değil, basbayağı köylerde geçirmeye başlamaları, meselâ devasa avm’Ierde açılan “restaurant”ların “lokanta” adını benimsemeye başlamaları, zamane insanının hasretleri ve yönelişleri hakkında çok fikir veriyor. Edebiyatta, resimde, müzik ve sinemada girift, yoğun, derinlikli,  yüce felsefeli eserlerin yerine sadeliğin yer almaya başladığı da bir gerçek. Günümz hikâyesinde bu sadeliğin asaletini Mustafa Kutlu örnekliyordu. Ömer Arslan’da da aynı duyuş ve deyiş tarzı  dikkat çekiyor. Aradaki en büyük fark, Kutlu’nun karakterleri, yazarlarının istismardan özenle kaçındığı bir “değerler dünyası”nın insanlarıdırlar. Avuntular yazarında ise tatminsizler, kalbi kırıklar, şüpheliler hatta bir parça  trajikler var.  Aynı sadelik ve durulukla Kutlu mütevekkillerin, Arslan müteredditlerin hikayecisi gibi göründü bize.

 

Bu küçük ve sevimli kitapta dikkati çeken başka bir nokta, yazarın gözlem ve espri yeteneği... Avuntular’da kendi ciddiyetini muhafaza ederek ince ve zekice şaka yapanların kaliteli mizahı var. Bazen de beklenmedik, şiirli, yani nükte ve imaj yüklü ifadeler okuyoruz. Birkaç örnek verelim:

 

“Acaba annen bize neler hazırladı" dedim, lâfı değiştirmek için. Yemekten söz etmediğimi bildiğinden, cevap vermedi." (Vatozun Ebediyete İrtihali, s, 67)

 

“Futbolsuz geçen günlerime acırken ne zamandır kendim için hiçbir şey yapmadığımı düşündüm. Taraftarlık bana yeni bir alan açmıştı, kendime ait, gönlümce bağırıp çağırabildiğim, kalabalığa uyabildiğim bir boşluk." (Mülteciler, s. 72)

 

“ Taksici dikiz aynasında bir çift göz olunca Metin, İzzet'in ayakkabılarını çıkardı.” (Kuru Ağacın Sürgünü, s. 120)

 

“Sayfaları sinirle, hızlıca çeviriyordu. Neredeyse kitabı baş aşağı sallayacak, aradığı cümlenin sayfalar arasından kayıp masanın üstüne düşmesini bekleyecekti.” (Rahatsızlık, s. 132)

 

“... öbür yanda aynalardan yansıyan emlakçıklar, yemek masasında ödev yapan çocuklar, bir yığın eşya ve yaşantı odaları öyle doldurmuş ki hayal etmeye yer bulamıyorsun.” (Kiralık Daireler, s. 159)

 

Hikâye, şiirle roman arasında bir türdür. Ne şiir kadar kesif ve imaj yüklü, ne roman kadar ayrıntıcı ve yorucudur. Fakat şiirin ve romanın iki ayrı plânda yaptığını tek hamlede yapma şansı verir yazara. Avuntular, ayağı daima yerde olan nesrin kuşatıcılığı ve ağırbaşlılığı ile kelimeyi daima kendisinin dışına, ötesine taşımayı bilen, imajla kelimeyi kanatlandıran şiirin imkânlarının kullanıldığı sevimli ve zarif bir kitap.

 

1. Haz. Hikmet Altınkaynak. Yapı Kredi Yay., İstanbul 2018.

bottom of page